Yüzsüzler Serisi; Rönesans’ın Kayıp Bedenleri
Yüzsüzler Serisi, çıkış noktasını Gazi Sansoy’un Rönesans resmine duyduğu büyük hayranlık ve onların içinde varolmaya karşı hissettiği büyük tutkuda bulur. Bu insanî ve çocuksu tutkunun ortaya çıkardığı eserler, zamanla kollarını insanlık tarihine, sanat tarihine ve tüketim kültürüne kadar uzatır.
Sansoy’un Avrupa klasiklerine yaptığı bu çağdaş müdahaleyi esasında eski fotoğraflardan istemediğimiz kişileri kesip yerine istediklerimizi, hatta kendimizi koymaya benzetebiliriz. Mizahî bir karakter de taşıyan bu müdahale aslında insanlık tarihi kadar eski naif-şizofrenik bir dürtüye dayanır. Yüzsüzler Serisi’nde Sansoy, Rönesans dönemi Avrupa (çoğunlukla 16-17. yüzyıl İtalya) resimlerinden muhteşem örnekleri dijital baskı tekniği ile tuval üzerine baskı alır ve temel öğesi figür olan bu resimlerden figürü bir anlamda siler. Figürün sadece görünen ten kısmını ustalıkla boyayarak yok eder. Geriye kalan; dekor, manzara, içleri boşalmış kıyafetler ve doldurulmayı bekleyen kocaman bir boşluk. Sanatçı, leke alanlarına dönüşen boşluklara, kendini temsilen tutkuyla sevdiği pop renkleri koyar. Kendini, figürün yerini almış geniş renk alanları ile bu resimlerin içinde vareder.
Rönesans sanatçısı ortaçağın bağnaz, kuralcı, katı düşünüş biçiminden sıyrılıp gerçekçilik, gözlem, akıl üzerine kurulu bir düşünüşe yönelir. Ortaçağın, ideal güzelliği ortaya koymak üzere tasarlanmış, gerçekten uzak, idealize edilmiş sahnelerinin yerini gerçekçi kurgular, sahneler, ifadeler alır. Tüm duyguları figürlerin yüz ve beden ifadelerinden okuyabiliriz, doğal ışık ve gölgeler tablolarda uçuşur, tasvirler gözleme dayanır. Rönesans resminde akıllarda yaratılmak istenen “ideal” tasvirler, fikirler, inançlar yerini Rönesans’ın kendi gerçeğine bırakır.
Yüzsüzler Serisi’nde Sansoy, figür-dominant olan bu resimlerden ideal figürü çekip alır ve boşalan kıyafetlerin içine bir yabancıyı temsilen tümüyle yabancı renkler koyar. Resimlerin güçlü gölge-ışık etkilerinin aksine bu yabancı renkler tümüyle homojendir. Boşlukları dolduran renkler çoğunlukla canlı ve parlak, karakterlerin yerini alan yabancı muhaliftir. Rönesans bu resimlere gerçeklik getirmiştir, Sansoy da bu resimlere kendi gerçekliğini getirir. Bu resimlere hayranlık duyar, içlerinde varolmak ister. Ne ideal şekilde, ne gerçek şekilde, ama kendi istediği şekilde varolmak ister. Yüzsüzler Serisi, bir anlamda ideal ya da gerçek olan olarak sunulanın çağdaş realite ve günümüz sanatıçısının bakış açısı ile sorgulanmasını, sarsılmasını teşvik eder. Gerçek olarak sunulan ile ilgili kalıplar yıkılmaktadır. Bilhassa Hristiyanlık konulu resimlerde bu, daha vurucu bir hal alır. İsa ve Meryem’in, Adem’le Havva’nın neye benzediğini bilemeyiz, hatta bir zamanlar gerçekten varolup olmadıklarını bile bilemeyiz. Yüzsüzler Serisi’nde her bir izleyici, her bir zihin onların varlıkları ve imajları ile ilgili düşünmek üzere serbest bırakılır. Hatta yoklukları ile ilgili düşünmek belki daha ilginç olur. Bu karakterler hiç olmasaydı – gerçekte ya da zihnimizde – insanlık tarihi, inanç tarihi nasıl olurdu acaba? Sanatçı, geniş renk alanı ile yarattığı boşlukta
izleyiciyi hayal gücü ile boşluğu doldurmaya davet eder.
Rönesans resminde soylu ve güçlü sınıflara karşı eleştiri ve karikatürizasyonla da karşılaşırız. Sanatçılar, resimlerinde iktidar sahibi ailelerin şatafatlı yaşamlarını daha da abartılı ve biraz da hicivli resmederek yumuşak tonlu eleştirilerde bulunurlar. Bu, Sansoy’un, Rönesans sanatçıları ile buluştuğu zaman-ötesi bir noktadır. Sansoy, sözkonusu eserlere resimsel değerleri açısından büyük hayranlık duyarken konuları açısından eleştiri ile yaklaşır. Din, soylu sınıf, zengin ve gösterişli hayatların kahramanlarını ait oldukları yerden bu şekilde silerek, kendi deyişiyle onlarla “dalga geçer”.
Sansoy, üzerinde çalıştığı tabloları dünyanın farklı müzelerinde kendisi fotoğraflar. Tuvale baskı alırken eserlerin çerçevelerini de kapsaması, hatta bazılarına ahşap taklidi plastik çerçeve yaptırması, onlara yaptığı müdahalenin absürt yanını güçlendirirken aynı zamanda onların müze objesi kimliğini de vurgular. Ciddi bakışlı müzelerin baş yapıtlarına yaptığı bu muzipçe müdahale, bir yanıyla da sanat tarihine dokunur. Kutsal kişiler, mitolojik karakterler, soylular sanatın öyküsünü oluşturan kahramanlardır. Sanat tarihi onları anlatır, yorumlar, yargılar, öyküleştirir, yaşatır ya da öldürür. Onların imgelerinin sanat tarihsel olmayan bir müdahale ile yerinden edilmesi, bir anlamda kimliksizleştirilmeleri sanatın tarihinin de yeniden yorumlanmasını, değerlendirilmesini provake eder. İzleyici bir kez daha, bu kez sanatın tarihinde oluşmuş boşlukları doldurmaya davet edilir.
Yüzsüzler Serisi’nde sanatçı Rönesans dönemi resimlerini tuvale baskı alarak çalışır. Sansoy’un sanatsal ediminde amaç, bu resimleri yeniden yaratmak değildir, onlar sanatçının yapmak istediği yeniden-yorumlamada birer araçtır, bu nedenle sanatçının onları orijinal teknik ve malzeme ile yeniden yapmasını beklemek elbette yersiz olur. Bununla birlikte, ortaya çıkan güçlü ironiyi de fark etmemek mümkün değil; yapıldıkları dönemde ustalarının aylarca hatta bazen yıllarca çalışıp tamamlayabildiği eserlerin, sadece birkaç saatte tuval üzerinde kopyaları elde edilmektedir. Bu durum aynı zamanda günümüzün trajik bir realitesine de gönderme yapar. Sizce bugün yaşamımızda ne yaratmaya aylarımızı, yıllarımızı verebiliyoruz? Yarattığımız şeyi özümseme, zamanı unutarak onun içinde kaybolma şansımız var mı? Bugün olan şu; yaratmak da, tüketmek çok hızlı, yolculuklar çok hızlı, yemek yemek, aşık olmak, sohbet etmek hızlı… Ve tüm düzen, sistem, teknoloji artık bu hıza hizmet ediyor. Yüzsüzler Serisi de bu trajik realitenin ve imkanlar dünyasının bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor.
Gazi Sansoy’un Avrupa Rönesans resmine duyduğu büyük hayranlık ve içlerinde varolma isteği, onların tuval üzerindeki dijital baskı kopyalarına yaptığı yalın ve özgün müdahalede vücut bulur. Bu çıkış noktasından doğan Yüzsüzler Serisi, içine sızdığı konular, alanlar ve
kullandığı teknik itibari ile çok yönlü okumalara olanak veren zengin bir seyir fırsatı sunar.
Özge Altınkaya Erkök